BİLGİ, İKTİDAR VE ŞİDDETİN KESİŞEN KÜMELERİ

Bir cinayet bilinçsizce ve nedensiz gibi görünse dahi, dışsal görüngüler düzenine dahildir, yani dışsal bir emri [emri vereni de biliyoruz] izler ve bir nedeni vardır. Bu neden, bir işarettir (sign). Bir işaret ise, ancak tek başınayken anlaşılabilir çünkü çokluk emretme özelliğini yitirir (Jarry, 2015) Diğer bir taraftan, kendi içlerinde bir anlam barındırmayan bu işaretler ise, fark edilebilen anlamlarını müşterek kullanımlar ve planlanmış içerikler sayesinde kazanırlar. (Jung, 1968) Son tahlilde, bir işaret ancak tek başınayken anlaşılabilir fakat bu işaretin, en başta, anlam kazanabilmesi için ya diğer işaretlerle bir ilişki içinde olması ya da ”kendisinden önce varolan bir simgesel düzen içine” yerleştirilmesi gerekmektedir. (Jung,1968; Somay, 2010) Bu ikilem, homo sapienslerin lanetidir, dilin sınırıdır.

Öte taraftan, anlam simgesel bir dizgedir ve bu dizge, kendisini oluşturan tekil işaretlerin/unsurların salt toplamından daha ”fazladır”. Bu ”fazla,” kendini bu işaretlerin birbirileriyle olan tikel toplumsal ilişkilerinde var eder. Bu tikel işaretlerin ve onların ilişkilerinin bütünü, bir anlam-dizge yaratır.

Fakat özellikle meritokrasiyle birlikte gelen ve tekillikeri uzmanlar tarafından detaylıca izole edilen her işaretle, bu işaretleri birbirine bağlayan ilişki görünmez kılınmıştır. Bu da, bütünü, anlam-dizgeyi anlaşılamaz, karmaşık bir düşsel ürün gibi pazarlamıştır. Ve bu bütünsel anlam-dizge yerine, evrensellik kisvesi altında başka değerler yaratılmıştır: devlet, ulus ve yasalar gibi. Ne kadar trajikomiktir ki, bu değerler evrensel olmak bir yana tam tersine sınırlıdırlar: gerek coğrafi olarak gerek ideolojik olarak.

Öte taraftan, bilgi dağıldıkça bizden uzaklaşmıştır. (Somay, 2010) Bilginin uzaklaşması bir yana, bilgi sakatlanarak, kurgulanarak ve  manipüle edilerek parçalanmış ve bu bilgiden çıkarılan (extracted) erk, devlet ve kapitalizm tarafından kontrol edilmeye başlanmıştır. Bu parçalanan ve kontrol edilen bilgi-erk ikilisi, yaratım ve yeniden-yaratım süreçleri olarak döngüselleşmiştir. Meritokrasi, bir yandan bilgi — ve dolayısıyla erk — hiyerarşisini kuvvetlendiriken, diğer yandan da ”sınırsız birikim” adlı mantıksızlığı, bilimsel faaliyetin rasyonelliğiyle maskelemiştir. (Wallerstein, 1983)

Bilginin geometrik olarak sınırlandırılmış alanlara sıkıştırılması ve aralarındaki ilişkilerin iktidarda merkezileşmesi, farklı hanelere elektrik dağıtan bir trafo metaforuyla açıklanabilir. Trafo (kapitalist üretim biçimi ve ilişkileriyle devletin sağladığı lojistik ve altyapı ortaklığı), elektriği (bilgiyi) üreterek birbirinden izole olmuş hanelere (farklı akademik disiplinlere, bilimlere, okullara ya da medya yoluyla topluma vs.) dağıtıp bu hanelerdeki hem elektriğin varlığını kontrol eder, hem de harcanan elektriğin oranına göre bir ücret alır (akademinin özelleşmesi, ”kalifiye” eleman yetiştirilmesi ve bunlardan bir artı-değer yaratılması, vergiler vs.). Trafo, hem farklı hanelerde özelleşen, farklı alanlarda kullanılan elektriklerin toplamına hem de aralarındaki ilişkinin bütününün kontrolüne sahiptir. İktidarını  tam da bunun üzerinden kurar. Fakat trafonun sağladığı elektriğin geri dönüşü hiçbir zaman elektrik-birimle değildir, o elektriğin (bilginin) kullanımıyla alakalı/orantılı ya parasal bir dönüştür ya da adaletsizliği meşrulaştıracak ideolojik bir dönüştür. Bu ideolojik dönüş yasalar ve yasaklarla çerçevelenmiş ve şiddetle dayatılmıştır. Dağıtılan elektriğin arkasında, her zaman elektrik kurumunun tek taraflı dayatılan kuralları ve bu kuralları uygulayan görevlileri, haciz memurları ve kolluk güçleri vardır. Peki bu yasalar ve yasaklar — ki bilginin alanına dahildirler — nelerden oluşmaktadır?

Hepimiz belli aidiyet/tabiyet ilişkilerinin içine doğuyoruz. Tarihsel olarak bu üçlü, hısım-akrabalık(kin and kithship)/toplumsal-siyasi/kozmolojik-ideolojik olarak sınıflandırılabilir. Kısacası, tarihsel dönemlerde (anaerkil veya avcı-toplayıcı toplumları tenzih ederim) bu üçlü, ne kadar her devirde kurumsallaş(a)mamış olsa da, Baba/Muktedir/Tanrı üçlüsünün idaresinde olmuştur. Örneğin, kapitalist dünya-ekonomisi altında kurumsallaşan ilişkiler olarak, Erken Modern Avrupa’da bu üçlü, geniş aile/mutlakıyetçi devlet/hıristiyanlık iken, 19. yüzyılın sonuna doğru çekirdek aile/ulus-devlet/pozitivizme doğru evrilmeye başlamıştır. Bir yandan toplumun genel kesimi, cemaat gibi, millet gibi, vatan gibi ya da bilim (bugün çağımızda bilim de bir dindir kuşkusuz) gibi soyut aidiyetlere/tabiyetlere zorlanmaktadırlar. Bunlar, yukarıda bahsettiğimiz bütünün yerine konan düşsel metalardır. Yasalar/yasaklar vasıtasıyla kendini güvence altına alan iktidara ”tabi olmaya” zorlanan insanlar, aynı zamanda bu tabiyete ”ait olma” baskısının içine doğmaktadırlar. Kısacası, bastırılmanın doğurduğu bir saldırganlıkla birlikte, aidiyet ve dışlanma korkusunun yarattığı ”içgüdüsel olarak sessiz bir kalabalık oluşturur[lar].” (Jarry, 2015) Bu tekil cinayetlere sessiz kalıp (ya da üzülüp) katliama sevinen milliyetçinin, homofobiğin, ataerkinin vs. patolojik durumunda kendini göstermektedir. Merkezileşmiş iktidara karşı gelemediği ve bilginin küçük adacıklarına hapsolduğu için, iktidarın yarattığı düşmanlara, yani iktidarın yarattığı tarihsel-politik ”şeytana” karşı birleştiğine inanır: kadına, LGBT bireylere, Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Alevilere ve diğer ötekilere. Bu sebepten, ölen 35 günlük çocukların acısını duyamayacak kadar körelmiştir yürekler, dile dökülen ise daha korkunçtur: ”Kürttü, büyüyünce terörist olacaktı.”

Babanın-Adı [yani yasaklayıcı/sınırlayıcı erkek simgesel düzeni] size […] Tanrı’dan korkmanız gerektiğini, vatanınızı sevmenizi, askere ses çıkarmadan gitmenizi, polise boyun eğmenizi, itaat etmenizi söylemekle, bu tür tarihsel ve geçici emirler yağdırmakla kalmaz; bunların hepsinden önce, ”Öldürmeyeceksin!” diye buyurur. Kuşkusuz bu emri herkesten önce de kendisi bozar: Tanrı ya da vatan adına işlenen cinayetler, idam cezası, ya da baba dayağından [devlet şiddetinden] ölüveren çocuklar [ve ataerki yüzüden ölen kadınlar ve LGBT bireyler] bunun kanıtıdır. (Somay, 2010)

Bugün Türkiye’de iktidar, dağılmakta olan, toplum üzerindeki hegemonik gücünü yeniden kazanmaya çalışmaktadır. Fakat bir kez dağılmaya başladı mı tekrar bir araya getirmek mümkün değildir (bakınız, termodinamiğin ikinci yasası). Bu sebepten, hegemonik güçlerini kaybetme sürecine giren hegemonlar, ”düzenlerini” tekrar sağlamak için ”doğa-dışı” bir mücadeleye girerler. Bu fiziksel şiddettir, savaştır. Sürekli olarak 400 millet vekilinden bahsedip şehitlerin kanından güç bulduğunu dile getiren Erdoğan’ın aslında açık açık bahsettiği budur. Lakin savaş, hegemonik gücün bitmeye başladığının kanıtıdır. Fakat, bir kere öldürdünüz mü artık can vermek imkansızdır. Bu geri-döndürülemez bir süreçtir.

En başa dönersek, cinayeti işleyenin üzerinde dışsal bir emir vardır (ki emri kimin verdiğini de biliyoruz). Bu emir, (1) kötülüğün sıradanlığını ve (2) cinayetin dahil olduğu dışsal görüngü düzenini işaret eder. Katil sadece emirleri, (1) nedenini ya da mantığını sorgulamaksızın uygulamaktadır ve (2) vicdanını yasladığı tabi ve ait olduğu soyut bir güruh nosyonu vardır. Fakat, bu soyut güruh içi boşaltılmış bir kabuk, içeriği alınmış bir biçimdir. Ne cinayeti cinayetliğinden soyutlar, ne de katili katilliğinden. Emri veren ve uygulayan, kendi koydukları yasayı çiğnemektedirler: ”Öldürmeyeceksin!” Tam da bu sebepten, ”Babanın-Adı” adlı erkek simgesel düzeni kurumsallaştırmış kapitalist dünya ekonomisiyle mücadelenin yöntemleri tartışılmalıdır. Yani, bilgiyi bütünleştirme, iktidarın erkini parçalama yolunda şiddetin yeri ya da yerine konması gereken olgular tartışılmalıdır.

Onur Alptekin

08.09.2015

  1. Jarry, A. 2015. Patafizikçi Doktor Faustroll’un Davranış ve Görüşleri. İstanbul: Sel Yayıncılık.
  2. Jung, Carl. 1968. Approaching the Unconcious. New York: Laurel.
  3. Somay, B. 2010. Tarihin Bilinçdışı. İstanbul: Metis.
  4. Wallerstein. 1983. Historical Capitalism. London: Verso

BİLGİ, İKTİDAR VE ŞİDDETİN KESİŞEN KÜMELERİ’ için 2 yanıt

  1. Sevgili Onur; tebrik ederim, cok guzel yaziyorsun. Yazilarina iliskin dilim dondugunce gorus bildirmek istedim. Itiraf etmeliyim ki yazilarinin temeli olan giris bolumu beni zorluyor ama ‘teslim olmadan’ okumaya calisiyorum. Elbette hangi okuyucu kitlesini hedefleyecegi bir yazarin onemli bir sorunu. Dil, buna da bagli olarak haberlesmede diger basat bir olgu.
    Okumaya calisan ama Turkiye’den ayri yasayan, altmisina merdiven dayamis biri olarak bana sorun yaratan sozcukleri siralamak istiyorum: Meritokrasi, metafor, tikel, tenzih, homofobik ve LGBT. Acik soyluyorum, bunlari ‘google’lamak zorunda kaldim. ‘Tenzih’in neden Turkcesini kullanmamis’ derken, ‘metaphor icin mecaz deseydi bana daha kolay gelirdi’ diye dusundum…
    Konu okuyucu duzeyiyle yakindan ilgili elbette; sinirli yer ve zaman icinde vermeye calistiginin en iyisini ortaya koyabilmek icin kullanacagin uslup ve dil sana ait. Benim nacizane bir onerim, herhalde Erdogan hocamin da yadigariyla oz Turkce kullanimini on plana cikarmak olabilir.
    Soylemistim, yine soyleyecegim, birisi alinmasin; sen “boynuz kulagi gecti” deyisine guzel orneklerden biri oldun Onur . Bizim donemin gurur kaynagi da ayni zamanda…
    Sami Encol

    1. Selamlar Sami Abi,

      Yorumların ve eleştirilerin için çok teşekkür ederim.

      Dille ilgili eleştirilere katılıyorum. Bir kaç kişiden daha benzer eleştiriler aldım. Aslında elimden geldiğince terimleri anlaşılır bir biçimde kullanmaya gayret ediyorum. Gerek parantez içinde açıklamaya çalışıyor, gerekse de gündelik hayatta daha çok kullanılanları seçmeye çalışıyorum. Ama yazarken arada kaçanlar oluyor. Sanırım bu biraz da, gündemin yoğun, yazmak istediklerimin çok, vaktin az olmasından kaynaklanıyor. Bundan sonra elimden geldiğince dikkat etmeye çalışacağım.

      Tekrar çok teşekkür ederim.

      Saygılar,
      Onur

Eleştirel Eleştiri'nin Eleştirisi'ne Katkı